Biz Temizliği Severiz

Biz Temizliği Severiz

Özellikle turistlere “Türkiye” veya “Osmanlı” deyince akıllarına ilk olarak neyin geldiği sorulsa, kuvvetle muhtemel verecekleri cevap “Türk hamamı” olurdu herhalde... Hoş şimdileri birkaç yıkık dökük zorla ayakta kalabilen hamam olsa da bir devir Osmanlı kültürünün önemli parçalarından biriydi.

Tabii hamamların bu denli yaygın olmasının sebebi İslamiyet’in temizliğe verdiği önemin yansımalarıydı. Kirliliğin zıddı olan temizliğin menbaının iman olduğunu bilen halk temizliğe ayrı bir ihtimam gösterirdi.

Daha 100 sene evveline kadar Avrupa’da evlerin içerisinde tuvalet ve banyo bulunmazken Peygamber Efendimiz 1400 sene önce Müslümanlara taharet, namaz ve gusül abdesti, misvak ve güzel koku gibi temizliğin edep ve şartlarını öğretmişti. Zaten hamam kültürü de İslamiyet’in temizlik hususundaki bu hassasiyeti üzerine yaygınlaştı.

Müslüman ülkelerdeki durum bu iken Hıristiyan Avrupa’da durum çok farklı idi. Hamam sayısının sekiz olduğu Paris’te halk “banyocu” denen esnaflar sayesinde yıkanma şansına sahipti.

Bu adamlar, ikişer ikişer gezerler, bakırdan bir tekneyi peşlerinden sürükleyerek sokak sokak, mahalle mahalle dolaşırlardı. Eğer yıkanmak isteyen bir aile tarafından çağırılırlarsa bakır tekneyi evin bu iş için el verişli bir yerine yerleştirirler, ev halkı da bu şekilde yıkanırdı.

Bu şekilde yıkanmak o kadar zor, o kadar masraflı bir işti ki, dar gelirli şehirliler, böyle lüks bir işe pek seyrek kalkışırlardı. Orta halli bir Parisli bile ancak bayramlardan ve önemli günlerden önce temizlenme şansına sahipti.

Günümüzden 160 yıl kadar önce Parisli bir Fransız vatandaşının yıllık yıkanma masrafı 3 frank 20 sent gibi bir rakam olmasına karşılık aynı yıl içinde bir kadının doğum yapması bir Parisliye sadece 1 frank 72 sente mal oluyordu.

Rönesans ile birlikte temizlik anlayışında garip bir değişim yaşandı. Bu, o dönemki doktorların Avrupa toplumu üzerinde bıraktığı etki üzerine halkın yıkanmaktan korkmaya başlamasıydı. Bu hayli ilginçti. Zira o dönem doktorlar banyoyu tavsiye etmedikçe yıkanmanın sağlık açısından tehlikeli olduğu inancı yaygındı.

“Günlük Sağlık Bakımı” isimli kitabın yazarı olan doktor “Kulaklara kaçırmamak şartıyla başınızı yıkayabilirsiniz” diyordu. Fakat Jean de Renoe adlı başka bir doktor ise aynı fikirde değildi. “Ellerinizi yıkayabilirsiniz” diyordu. “Ayaklarınız da yıkamanızda bir mahzur yoktur. Fakat başa su sürmek, son derece tehlikelidir. Unutmamalıdır ki başa sürülen su, her türlü derdin kaynağıdır.” görüşünü savunuyordu.

Bu gibi konularla yakından ilgili bir yazar olan Theophrashe Renaudot da bir kitabında aynı konuya temas etmişti: “Doktorlar tavsiye etmedikçe banyo yapmak sadece lüzumsuz bir hareket değil, tehlikelidir de... En büyük zararı da müstakbel annelerin karınlarındaki hayat meyvelerini yok etmesidir.”

İşte sudan bu denli korkulduğu dönemde Avrupa toplumunda pislik almış başını gidiyordu. Öyle ki uzun süredir yıkanmayan, hatta silinip temizlenmeyen insanlar, üzerlerindeki pis kokuyu örtmek için ağır parfümler kullanıyorlardı.

Venedik gemileriyle Doğu ülkelerinden gelen pahalı kokular için avuç dolusu paralar ödeniyordu. En kibar muhitlerde bile kadınlar, yanlarında ağır esanslara batırılmış küçük sünger parçaları taşırlar, arada bir koltuk altlarına sürerek kokularını örtmeye çalışırlardı.

Nihayet bu karanlık dönem Pasteur’ün sağlık kurallarına verdiği önemden sonra düzelmeye başladı. Fransız halkı artık suyun korkulacak bir şey olmadığını, aksine sağlığın temizlikle, temizliğin de suyla sağlandığını öğrenmeye başlamıştı. Koskoca Paris’te hamam sayısı sekizi onu geçmezken kısa zamanda bu temizlik evleri çoğaldı.

Osmanlı döneminde hamamlar sadece yıkanıp paklanmanın dışında sosyal renkli mekânlardı da. Hamama, havlu, fırça, kına, sürme, bir kalıp Girit sabunu ve sedef kakmalı nalınlarıyla beraber ve hizmetkârlar eşliğinde gidilirdi. Varlıklı konak hanımları bir bu mahalle hamamlarından geri kalmazdı.

İmparatorluğun en ihtişamlı zamanında, şehrin her mahallesinde sıcak ve soğuk banyolar, çeşmeleri, kubbeli mermer odalarıyla, haftanın belirli günlerinde de sadece kadınlara açık olan bir hamam mutlaka bulunurdu.

Evliya Çelebi’nin aktardığına göre, 17. yüzyılda İstanbul’da 4 bin 536 özel hamam ve 300 adet halka açık hamam bulunuyordu. Banyoların evlere girmeye başlamasıyla birlikte bu sayı 19. yüzyılın sonlarına gelindiğinde 130’lara kadar düşmüştü.

Temizliğe bu denli önem veren Osmanlı’da sabunların da ayrı bir yeri vardı. O dönemler en kaliteli ve en çok aranan sabunlar Girit Adası, özellikle de Kandiye’ de yapılanlardı. Kandiye sabunları temizlik ve iyi pişmiş olmaları ile nam salmıştı.

19. yüzyıla gelindiğinde elma, armut, üzüm, şeftali, kiraz, muz, kavun, çilek, kayısı, limon şeklinde üretilen ve her birine has kokusuyla dikkat çeken meyve sabunları piyasaya çıkmıştı.

Osmanlı’nın temizliğe verdiği önem seyyahların da dikkatini çekmiş olacak ki yazdıkları seyahatnâmelerde bu konuya sık sık değinirler.

M. de Thevenot 1665 yılında Paris’te yayınladığı “Relation d’un voyage fait an Levant” isimli eserinde;
 
“Türkler çok yaşarlar ve az hasta olurlar. Bizim memleketlerdeki böbrek hastalıkları ve daha bir sürü tehlikeli hastalıkların hiç birini bilmezler. Öyle zannediyorum ki, Türklerin bu mükemmel sıhhatlerinin başlıca sebeplerinden biri de sık sık hamama gitmeleri ve yiyip içmedeki itidalleridir. Çünkü az yemek yerler, Hıristiyanlar gibi karma karışık şeyler yemezler, umumiyet itibariyle içki âlemleri yapmazlar ve daima idman yaparlar.” der.

Uzun yıllar ülkemizde kalan bir başka seyyah Edmondo de Amicis, 1883 yılında Paris’te yayınladığı “Constantinople” isimli eserinde temizlikle ilgili olarak; “... Yüzler, eller, ayaklar, tertemiz, yamalı kıyafet pek az ve hele kirlisi hemen hiç yok, bütün içtimai sınıflar arasında umumi ve mütekabil bir hürmet ve riayet manzarası göze çarpıyor.” der.

Ayakkabıların eve girince çıkarılma gibi bir âdeti olmayan Avrupa’da yaşayan Ledy Craven, 1786 yılında Paris’te yayınladığı “Voyage de Milady Craven a Constaninople, par ia Crimee en 1786” isimli eserinde buna atıfta bulunarak: ‘’...Bu harem dairesinin içi kadar temiz bir yer tasavvur edilemez, döşeme tahtalarıyla dehlizler sık ve sağlam hasırlarla kaplıdır.

Ne erkeklerin, ne kadınların dışarıda giydikleri pabuçlarıyla hiç bir zaman ev içlerine girmemeleri Türkler arasında adet olduğu için, döşeme tahtalarında hiçbir zaman kir görülemez.” der.